ABDULLAH ÖZTÜRK | BOLD ANALİZ
Bundan birkaç ay önce, yani 2023 yılı Temmuz ayında, Türk Yargıtay’ı, birinde 10, diğerinde 15 kişi hakkında ağırlaştırılmış hapis cezasından mahkumiyet kararları olan iki önemli dosyayı onadı. Bu kesinleşme kararları, Türkiye’de çok fazla konuşulmadı ama aslında bu kararlar Türk demokrasisinin ve Türkiye’deki hukukun üstünlüğü ilkesinin tabutlarına çakılan son çivilerdi. Çünkü bu kararlar, Erdoğan rejiminin demokrasiden sapmasının miladı olan 17 ve 25 Aralık 2013’deki yolsuzluk operasyonlarında görev alan kolluk güçlerinden siyasallaşmış bir yargı eliyle intikam alma projesinin son adımıydı.
Türkiye, 17 Aralık 2013’ten beri devlet mekanizmasını yapısal olarak adım adım yok eden bir iktidarın elinde acı çekmeye devam ediyor. İki büyük yolsuzluk operasyonu boşa çıkarmak için planlı ve organize yöntemler kullanan AKP iktidarı, devletin hukuk kuralları çerçevesinde işleyişini engellemek için kurumları zayıflatma, demokratik sistem içindeki olması gereken pozisyonlarını değiştirme ve sonunda birer parti aparatına dönüştürme stratejisini başarıyla uygulamakta. AKP kıskacında sıkışıp kalan Türkiye artık yapısal anlamda devlet olma özelliğini yitirmiş durumda.
Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ve Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın adının karıştığı 17 Aralık yolsuzluk operasyonu AKP’yi siyasi meşruiyet açısından sarsıntıya uğratmıştı. Aynı operasyonda gözaltına alınan ve tutuklanan Rıza Sarraf ile Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın İran üzerindeki ABD yaptırımlarını hedef alan suç faaliyetleri de AKP’yi uluslararası sistemde zor durumda bırakmıştı. Öte yandan Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, TOKİ yöneticileri ve bir grup müteahhidin inşaat sektöründe kurdukları rüşvet ve rant sistemi de AKP’nin fazlasıyla şişirilmiş ekonomi balonunu patlatmıştı.
AKP İKTİDARININ KOKUŞMUŞ İLİŞKİLERİ DEŞİFRE OLDU
Bir hafta sonra icra edilmeye çalışılan ancak siyasi baskılarla engellenen 25 Aralık 2013 tarihli yolsuzluk soruşturması da bizzat Erdoğan ve ailesinin Türkiye’yi dönüştürmüş olduğu kleptokratik sistemi deşifre etmişti. Erdoğan’ın başında bulunduğu Başbakanlık ve MİT ile birlikte 4 bakanlık, 1 kaymakamlık, 4 belediye, 1 devlet bankası, 1 özel banka, 2 sivil toplum kuruluşu ve 34 özel şirketin bulaşmış olduğu yolsuzluk çarkı bizzat Erdoğan tarafından yönetilen bir organize suç örgütünü gözler önüne sermişti.
Binali Yıldırım’ın Erdoğan’ın talimatıyla oluşturduğu havuz sistemi ile Türkiye’nin en büyük medya kurumlarından birinin devletten ihale alan büyük inşaat şirketlerinin verdiği rüşvetlerle satın alınarak AKP iktidarına entegre edilmesi süreci iktidar-medya-iş dünyası arasındaki kokuşmuş ilişkiyi de ilk defa ve tüm ayrıntılarıyla açığa çıkarmıştı.
DELİLLER ERDOĞAN’IN DEVLETİ İLKEL BİR MAFYA YAPILANMASINA DÖNÜŞTÜRDÜĞÜNÜ GÖSTERDİ
İçinde Erdoğan’ın villasında nakit olarak sakladığı milyarlarca doların sıfırlanması, Afrika’daki çatışma bölgelerine MİT-THY iş birliği ile silah ve mühimmat gönderilmesi, Gezi eylemlerinin arka planında iktidar cenahında yaşananlar gibi ve daha pek çok o dönemin güncel meselelerine ilişkin ses kayıtları da devletin yapısal olarak doğal demokratik hukuki mecrasından çıkarılıp ilkel bir mafya yapılanmasına dönüştürüldüğünün delillerini ortaya koymuştu.
AKP iktidarı varoluş kavgası vermeye başlamıştı. Siyasi, sosyal ve ekonomik olarak meşruiyet krizine girmiş, ulusal ve uluslararası alanda devasa kriminal problemlerin odağı haline gelmişti. Erdoğan ve AKP iktidarının önünde iki seçenek bulunuyordu; ya bab-ı hükümetten çekilecek ya da yapısal olarak felce uğrattıkları devlet mekanizmasını tüm aparatlarıyla birlikte kişisel savaşları için reorganize edeceklerdi. Elbette ikinci yolu seçtiler.
DEVLET KURUMLARI YOLSUZLUK İDDİALARINI ÖRTMEK İÇİN SEFERBER OLDU
Meclis, bakanlıklar, yüksek yargı gibi anayasal kurumlar ile hakimlikler ve savcılıklar gibi yargı mekanizmaları ve valilikler, kaymakamlıklar, belediyeler, Emniyet Teşkilatı, Masak, Tübitak, gibi idari kurumlar, siyasi iktidarın menfaatleri doğrultusunda sistematik olarak yolsuzluk iddialarının üzerini örtmek için seferber oldu. Tüm devlet organizasyonu bütün olarak, anayasayı ve hukuku alenen ayaklar altına alıp, AKP iktidarının devamını sağlamak için yetki ve sorumluluklarının dışına çıkarak konusu suç teşkil eden iş ve işlemler tesis ettiler. Bu şekilde Erdoğan ve onun kleptokratik sistemine işledikleri suçlarla göbekten bağlanan yargı ve bürokrasi nezdinde artık adalet, demokrasi ve hukuk gibi kavramların yerini mücadele, yok etme, intikam gibi militarist terimler almıştı. Rejim savaş kararı almıştı.
Türkiye’nin 17-25 Aralık deneyimleri, engellenemeyen yolsuzluklar ile yok olan demokrasi arasındaki korelasyonu gösteren çok trajik bir örnek olarak 21. yüzyıl tarihinde yerini çoktan aldı. Türkiye yolsuzluk endeksinde 2012 yılından itibaren en çok gerileyen 5 ülke arsında. Demokrasi endeksinde de Türkiye, 167 ülke arasında 110. sırada yer almakta. Yolsuzluk endeksinde hızla yükselen Türkiye’nin demokrasi endeksinde dibe vurması bugün yaşananları anlamak için eşsiz bir çıkış noktası sunuyor bize.
İktidarının otoriterleşmeye başlamasının ana nedenini, yolsuzluk operasyonları sonrası oluşan siyasal ve sosyal tabloyu mevcut devlet sistematiği içerisinde yönetemeyecek duruma gelmiş olmasıydı. Yolsuzluk iddialarına hukuk kuralları içerisinde cevap veremeyen Erdoğan, çıkış yolu olarak baskıcı politikalara yöneldi. Yolsuzlukların üzerinin örtülmesi için uygulanan politik baskı yargının siyasallaşmasına neden oldu. İktidarın intikam aparatına evirilen yargı, baskıcı politikalara karşı çıkanları susturmak amacıyla basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan kararlar vermeye başladı. Toplumsal tepkinin artmasını engellemek için medya iktidar tarafından kontrol altına alındı. Alınan baskıcı tedbirlere rağmen devam eden muhalif eylemler, dozajı giderek artan siyasi baskılar ile karşılaştı. Bu süreçte gerçekleşen insan hakları ihlallerinin üstünü örtmek için temel hak ve hürriyetlerin alanı iktidar tarafından kademeli olarak daraltıldı. Sonuç olarak hukuk ve demokratik değerler kâğıt üzerinde varlığını sürdürmekle beraber fiili olarak işlevsiz hale getirildi.
HER TÜRLÜ SİYASİ HOKKABAZLIĞI DENEDİ
İki buçuk sene boyunca boynundaki ‘hırsız lider’ yaftasıyla yaşamak zorunda kalan Erdoğan, deşifre olan kleptokratik düzenin avcunun içinden kayıp gitmesinin önüne geçmek için her türlü siyasi hokkabazlığı denemiş, fiilen tahtını korumayı başarmış ancak sürdürülebilir bir sistem kurmaya muvaffak olamamıştı. Ta ki “Allah’ın lütfu(!)” olarak tanımladığı 15 Temmuz 2016’ya kadar. Sözde başarısız darbe girişimi ile kaybettiği siyasi meşruiyeti tekrar kazanan Erdoğan ve Türkiye yeni bir sürece girdi böylece: ‘Yolsuzluklar sonrası dönem’ kapandı, ‘darbe girişimi sonrası dönem’ başladı. OHAL ve KHK uygulamaları ile sayısız yapısal değişikliğe imza atan AKP rejimi, yolsuzlukların üzerini örtmek ve unutturmak amacıyla başladığı devletin rejim lehine kurumsal restorasyonu sürecini ancak bu vesileyle tamamlama fırsatı buldu.
Türkiye, tümüyle hafızasını yitirmemişse şayet, AKP kleptokrasisinin Erdoğan diktatörlüğüne dönüşümünü anlamak için miladı ve motivasyonu yolsuzluk operasyonlarına dayanan devletin yapısal olarak zayıflatılıp rejimin menfaatleri yönünde reorganize edilmesi sürecini incelemek zorundadır. En azından, 2016 yılı Temmuz ayında gerçekleşen sözde başarısız darbe girişimi ile ilgili açılan terör davalarında örgüt üyeliği iddiaları için milat olarak neden yolsuzluk soruşturmalarının operasyona dönüştüğü 17-25 Aralık 2013 tarihinin baz alındığını anlamak için bile bu zorunluluğun peşini bırakmamak gerekli.
17-25 ARALIK’TA NE OLDUĞUNA TEKRAR BAKMAK GEREKİYOR
Diğer bir ifadeyle, yarım milyondan fazla insanın terör örgütü üyeliğinden adli işlem gördüğü, değeri 50 milyar liradan fazla özel mülkiyete el konulduğu, 150 bin kişinin kamudan tasfiye edildiği, 1500 sivil toplum kuruluşu, 1000 eğitim kurumu ve 150 medya organının kapatıldığı, aralarında bebek, çocuk, kadın, hasta ve yaşlıların hatta doğum yapan lohusa kadınların da olduğu 100 binden fazla kişinin tutuklandığı, işkencelerin, adam kaçırmaların basit adli vakalar kadar bile değer görmediği ‘darbe sonrası süreci’ analiz edebilmenin tek yolu, kaydı geriye sarıp 17-25 Aralık 2013’de ve sonrasında gerçekte ne olduğuna yani ‘yolsuzluklar sonrası döneme’ tekrar derinlemesine bakmaktan geçiyor.
*Abdullah Öztürk, Güvenlik Araştırmaları ve Hukukun Üstünlüğü Derneği, İsviçre